28 Temmuz 2023 Cuma

 LANETLENEN İSRAF

Bir arkadaşım anlattı.
Bir zamanlar Başbakanlıkta çalışırken bir tasarruf genelgesi yayımlanmış. Tasarruf genelgesinin nasıl uygulanacağı ile ilgili toplantı yapılmış. Toplantıda, “Sıvı sabunları fazla kullanmayalım” “Kağıt havluları az kullanalım” “Mümkün olduğunca ışıkları söndürüp çalışalım” “Tuvalet kağıdını tasarruflu kullanalım” vs.
Bir kişi söz almış. “Işıktan, temizlikten niye kısıyoruz ki. Hiç çalışmadığı halde maaş alan bankamatik memuru müşavirler var. Hak etmedikleri o maaşlardan her yıl bir ayını kessek, temizlikten, ışıktan tasarruf etmeye hiç gerek kalmaz” demiş.
Toplantıyı yöneten kişi rahatsız olmuş. “Bir İngiliz atasözü var. ‘Küçük hırsızlar asılır, büyükleri onurlandırılır.’ İsraf da aynı şekildedir. Küçük israflar lanetlenir, büyük israflar kutsanır. Biz burada lanetlenen israfı konuşuyoruz.” demiş.
Teklifte bulunan cevap vermiş. “Böyle kafaların olduğu yerde sözümü israf ettiğim özür diliyorum.”

 TEVAZU DEĞİL DERİN MEVZU

Öğrenciler Emekli Mehmet Efendi’nin sohbetine gelmişlerdi. Sosyoloji bölümünde okuduğunu söyleyen bir öğrenci söz aldı:
-Hocam esnafa sorarsın, ‘işler nasıl?’ diye. ‘Bir çorba parası kazanıyoruz işte’ der. Yeni araba almış birine ‘araban güzelmiş’ desen “Ayağımızı yerden kesiyor ya yeter der. Ev alan kişiye çok iyiymiş desen, evi başımızı sokacak yer işte diye cevap verir. Bunu neden yaparlar acaba bu tevazudan mı kaynaklanır?
Emekli Mehmet Efendi tebessüm ederek konuştu:
-Bir toplum düşünün ki iyinin iyisi vardır demez ama hep ‘beterin beteri var’ der, en kötü durumu kabullenir. Ölse bile ‘hayırlısı olsun’ der. Daha kötüsünden korkar. Ne zaman gülse ‘bugün çok güldüm başıma bir şey gelecek’ diye tahtaya vurur. Gülmekten korkar. ‘Önde gitme asılırsın arkada kalma basılırsın arazi ol görünme’ diyerek var olmaktan korkar. Mutlu olduğunu açık ettiğinde nazardan, hasetten korkar. Yani anlayacağınız bu tür tutumlar tevazu değil derin mevzu.

 GARAJA ÇEKİLMİŞ HURDA BİR KAMYON GİBİ

İki kişi konuşuyordu. Diyaloglar şöyle devam etti:
-İğneden ipliğe yapılan zamlar hayatı çekilmez hale getirdi. Canımızı tenimizde tutmakta zorluk çekiyoruz.
-Peki, buna karşılık, sen ne yapıyorsun?
-İçsel frenimle dışsal frenim izin verse bir şeyler yapacağım ama…
-Ne demek içsel frenle dışsal fren?
-İçsel frenim çocukluktan beri beynimize kazınan sık dişini, eğ başını, kıl beşini, sonra çala çala bir havaya dönecektir inancı. Dışsal frenim ise “Başı yukarda olan çivi ilk çekici yer” derler. Yanı başımızı kaldırsak devlet başımıza vuracak korkusudur. Bu iki fren beni hareketsiz kılıyor.
-Motoru çalıştırmazsan, gaza basmazsan, direksiyonla kendine yol çizmeyip sadece frene basarsan hiçbir yere gidemezsin. Garaja çekilmiş hurda bir kamyon gibi öyle durursun.
**
Bu olayı bir öğrenci Emekli Mehmet Efendi'ye anlattı. Emekli Mehmet Efendi şöyle dedi:
Eğer bir ülkede eğitim insanları aydınlatmıyorsa, insanlar aklını kullanarak hareket edemez, bir takım yanlış inançlar onları kukla yapar.
Eğer bir ülkede hukuk işlemiyorsa, keyfilik egemense, insanlar haklarını aramaktan korkarlar.
İşte o zaman garaja çekilmiş hurda kamyonlar gibi işlevsiz insanlar oluşur.

23 Temmuz 2023 Pazar

 KURALLARA BAĞLI OLMAYINCA…

İki muhtar adayı seçime girmişlerdi. İkisi de kazanacağı konusunda iddialıydı. Ama sonuçta biri kazandı diğeri kaybetti.

Kaybeden muhtar adayı köy kahvesine geldi. Kahvedekiler onun kaybetmesine çok üzülmüşlerdi. Biri sordu.

-Senin dürüst olduğunu tüm köylü biliyor. Seni çok sempatik buluyoruz ama buna rağmen seçimi nasıl kaybettin, tam anlayamadık.

Muhtar adayı kalabalığa şöyle bir soru sordu:

-İki yarış atı var. Aynı alandalar. Atlar otlansın diye 10’ ar metrelik bir iple bağlanmışlar. İpler sabit ve uzamıyor. Oysa atlardan biri 10 metrenin içinde aç kalırken diğeri daha geniş alanda karnını doyuruyor. Ve yarışta diğer atın önüne geçiyor. Bu nasıl olabilir?

Köylülerden çok zeki olan biri cevapladı:

-Bence şöyle olabilir. Evet ipin uzunluğu aynıydı ama aç kalan atın başına bağlanan ipin diğer ucu bir ağaca bağlanmıştı. Oysaki diğer atın başına bağlanan ipin öbür ucu herhangi bir yere bağlanmamıştı, dilediği yerde otlanabiliyordu. Bu nedenle karnını doyurmuş ve yarışmada diğer atı geçmiştir.

Muhtar kendine yönelmiş gözlere bakıp şöyle izah etti:

-İşte ben de ağaca bağlanan at gibi kurallara bağlıydım. Diğer at da nasıl ki bağlı gibi görünüyor ama gerçekte bağlı değilse aynen o şekilde diğer muhtar adayını bağlayan kurallar yoktu. Şimdi beni anlıyor musunuz?

 

 BİR HAYVANA BENZETECEK OLSAK…

İki çocuk birbirine zekâ bilmecesi soruyordu. Biri diğerine:

-Toplumumuzu bir hayvana benzetecek olsak, sence hangi hayvana benzerdi, diye sordu.

-Balık.

-Neden?

-Çünkü köpek havlar, kedi miyavlar, beygir kişner, eşek anırır, horoz öter, kuzu meler, aslan kükrer, öküz böğürür. Ama balık ses çıkarmaz ve hafızası çok zayıftır. Bu nedenle benzer.

Diğeri ilave etti:

-Bir de oltaya çabuk gelir. Ekmeği görür de içindeki oltayı görmez.

  ANDİÇMİYORSUNUZ DALGA GEÇİYORSUNUZ

Köy kahvesine milletvekili gelmişti. Köylülerle sohbet ediyordu. Köylünün biri sordu:

-Bütün millet vekilleri, bakanlar, cumhurbaşkanı; vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü, anayasaya sadık kalınacağı, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olunacağı, adalet içinde toplumun huzur ve refahı için çalışılacağı, herkesin temel hak ve hürriyetlerden yararlanacağı konusunda andiçerler ama hayatlarında buna dikkat etmezler. Peki merak ediyorum. Bütün bunlar için millet huzurunda namus ve şeref üzerine andiçiyorsunuz da neden andınıza sadık kalmıyorsunuz?

Milletvekili sordu:

-Peki andiçerken içtiğimiz bir şey gördünüz mü?

-Hayır sadece andiçtiğinizi söylediniz ama bir şey içmediniz.

Milletvekili açıklama getirdi:

-Eski Türklerde andiçme törenleri yapılırmış. Andiçilir Tanrı şahit kılınır ve verilen sözden dönülmezmiş. Andiçme kabı olarak ilk zamanlar dağkeçisi boynuzu daha sonra altın, gümüş, bakır kadeh kullanılırmış. Kadehin içine kımız konur, yemin edecek kişiler kılıçlarını çeker bileklerinden kan çıkacak şekilde keserek o kımıza üç damla kan akıtırlarmış. Kutlu sözleşmeye dahil olanlar and kadehinden içer ve Tanrıyı şahit kılarmış. Antiçme sözünden bir daha dönülmez imiş. Devletin başına geçen Türk kağanı toplu halde ant töreni yapar, Tanrıyı şahit kılarak halk huzurunda andiçerek söz verir ve bundan dönmezmiş.

Köylü merakla dinlemiş, sonra;

-And içmenin arka planı çok güzelmiş, Peki buradan nereye varmak istiyorsun, demiş.

Milletvekili:

-Biz gerçek anlamda andiçmiyoruz. Sadece içtiğimizi söylüyoruz. Bir suyu içtiğinizi söylemek o suyu içmek anlamına gelir mi?

Köylü:

-Elbette gelmez. Su içmek bir davranış, su içtiğini söylemek ise bir sözdür, aynı şey değil.

-İşte bizim yaptığımız da aynı şekildedir. Andiçtiğimizi söylüyoruz ama gerçek anlamda andiçmiyoruz.

Köylü başını sallamış:

-Anladım, anladım. Siz gerçek anlamda andiçmiyorsunuz, bizimle dalga geçiyorsunuz.

 HAFIZAMIZI KÖTÜ BİR ŞEKİLDE KULLANIRSAK...

Okullar tatile girmişti. Öğrenciler Emekli Mehmet Efendi’yi ziyarete geldiler. Hoş beşten sonra sohbet başlamıştı. Öğrencilerden biri Psikoloji bölümünde okuduğunu söyleyerek bir soru sordu:

-Hocam yaşadığımız mutsuzluklar ve kötülüklerle ilgili olarak, hafızamızın kötü bir şekilde kullanılmasının rolü var mı?

-Elbette var. İnsanlar iyilikleri çabuk unuturlar, kötülükleri kolay kolay unutmazlar. Eğer bunun tersi olsaydı insanlık daha çok huzurlu olurdu. Çünkü geçmişteki kötülükler unutulmadığı zaman bugünü de istila ediyor.

-Bu insanlık için çok kötü bir durum. O halde insanlar bunu neden yapıyor?

-Çünkü affedici olmak, kin beslemekten daha zordur. Ders çıkarmak öfkelenmekten daha zordur. Yaraları iyileştirmek, yaralara lanet okumaktan daha zordur. Kin beslemek, öfkeli olmak, lanet etmek için akla ve çabaya gerek yoktur. Ama sevgi, iyilik, güzellik, erdem kendiliğinden oluşmaz. Bunun için akıllı olmak ve çaba sarf etmek gerekiyor. Ancak zorluklarla yüzleşip onları aşmaya çalıştığımızda, hayata değer katabiliriz ve insanca yaşamayı başarabiliriz.

 ASIL HAŞERELER

Adam tatil beldesine gitti, otele yerleşti. Biraz istirahat edeyim derken bir de görsün, yatağın üstünde birkaç siyah küçük canlı var. Birdenbire öfkelendi. Hemen otel müdürünü çağırdı. Yürüyen küçük canlıyı göstererek sordu:

-Nedir bunlar?

Otel müdürü gayet sakin bir şekilde cevap verdi:

-Merak edilecek bir şey yok efendim. Şimdi elinizi şaklatın. Eğer bu canlı uçarsa bu bir sinektir. Eğer bu canlı zıplarsa bu bir piredir. Eğer bu canlı hızlı bir şekilde yürüyerek uzaklaşıyorsa bu bir tahta kurusudur. Eğer yavaş yavaş bulunduğu yerden gitmeye çalışıyorsa bu bir bittir.

Adam müdüre ters ters baktı:

-Ben sana haşerenin kimliğini ve özelliklerini sormuyorum. Bu haşerenin benim yatağımda ne işi var ve ben bunlardan niçin zarar göreyim?

Otel müdürü bu sefer sebep açıklaması yaptı:

-Efendim, her gün orantısız bir şekilde dolar kuru yükseliyor, Yine her gün benzin, elektrik, su deterjan, haşere ilacı fiyatı artıyor. Bu durumda tam hijyen mümkün olur mu? Onların fiyatı artarken elbette bizim alıştığımız konfor alanımız daralıyor. Dolayısıyla bizi sokan, ısıran, sömüren haşereler değil, onun arkasındaki zamlardır beyefendi!

 BİZİM SAFLIĞIMIZ BAŞARI HİKAYESİNE KONU OLURSA…

Bir gazeteci, yöneticiye sordu:

-İşçinin, memurun maaşları ne kadar artacak?

Yönetici kendinden emin bir şekilde cevapladı:

-Önemli olan para değil çalışmaktır. Çünkü çalışmak ibadettir. Onun hazzı parayla ölçülemez.

Gazeteci tekrar sordu:

-Peki, siz böyle düşünerek ve böyle çalışarak mı başarılı bir yönetici oldunuz?

-Hayır böyle düşünerek ve böyle çalışarak başarılı yönetici olmadım. Ancak insanları böyle düşünmeleri ve böyle çalışmalarına inandırdığım için başarılı yönetici oldum.

 KOYUN OLURSANIZ…

Öğrenciler Emekli Mehmet Efendi’nin ziyaretine gelmişlerdi. Söz döndü dolaştı, yeni konan vergilerin ağırlığına geldi. Maliye bölümünde okuduğunu söyleyen öğrenci söz aldı:

-Hocam, bir eyalet valisi, devletin gelirlerini artırmak için II. Roma İmparatoru Tiberius’a vergilerin artırılması önermiş. Tiberius, “İyi bir çoban koyunlarının yününü kırpar ama asla derisini yüzmez” diye cevap vermiş. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Emekli Mehmet Efendi buruk bir gülümsemeyle cevap verdi:

-Evladım asıl olan milletin koyun olmamasıdır. Koyun olduktan sonra yününü de kırparlar derisini de yüzerler, bir şey fark etmez.

 TELAŞA GEREK YOK!

Dolmuşla eve gidiyordum. Arka koltuklarda oturan gencin biri telefonuyla oynarken nasıl olduysa telefonu bagaja düşürmüştü. Onu kendisinin alması mümkün değildi. Şoföre yaklaşarak telefonunu bagaja düşürdüğünü söyledi. Şoför delikanlının ineceği durağı sorduktan sonra uygun bir yerde durup arka bagaj kapağını açarak verebileceğini söyledi.

Delikanlı çok tedirgin bir şekilde 'size de zahmet olacak' deyip özür üstüne özür diliyordu.

Şoför gayet sakin bir şekilde teskin etti:

-Telaşa gerek yok delikanlı. Düştüyse çıkarılır, dağıldıysa toplanır, kaybolduysa bulunur.

 YARINIMIZ OLMAZSA…

Öğrenciler Emekli Mehmet Efendi’yi ziyarete gelmişti. Sohbet eski zamanla yeni zaman alışkanlıkları üstünde yoğunlaştı. Edebiyat Fakültesinde okuduğunu söyleyen bir öğrenci söz aldı:

-Hocam dedemden dinlemiştim. Eskiler bir araya gelince zekâ bilmeceleri sorarlarmış. Bu onların hem muhakemesini hem de kavram bilgisini geliştirirmiş. Örneğin şöyle bir bilmece duymuştum. ‘Hiçbir zaman yoktum, her zaman olacağım/Kimse beni görmedi, görmeyecek, /Yine de bu dönen topun üzerinde,/Yaşamak ve nefes almak konusunda,/Herkesin güvencesi benim./Ben neyim?’ Bunun cevabı yarın veya gelecek zamandır. Şimdiki gençlere böyle bir bilmece sorsan, muhakemeyi çalıştırmak yerine hemen Google’ye bakarlar. Artık düşünmek yerine internetten kopya çekmek var. Bir de günümüzde ‘geleceği düşünme kaygı verir, anı yaşa’ diye bir klişe icat ettiler. Geleceği düşünmek kaygı mı verir? Gelecek bilmecedeki gibi yaşamak ve nefes almak konusunda güvencemiz değil mi?

Emekli Mehmet Efendi cevapladı:

-Bazen önümüze iki yanıltıcı seçenek sunuyorlar. Geleceği düşünme kaygılı olursun. Yanlış bir paradigmadır bu. Hem geleceği düşünüp hem de mutlu olmak neden mümkün olmasın ki. Kaygılı olmakla yarını düşünmek tezat değil ki. İnsanın yarını varsa umudu var, yarını varsa yaşam sevinci var. Yarını varsa hayata güveni var. Kemal Tahir hapishaneyken cezaevi yönetimi idam cezası almış bir mahkûmu teselli etmesi için ricada bulunur. Kemal Tahir mahkûma gider ve bir şey söyleyemez, dili tutulur. Zoraki bir iki cümle söyler. Sonra der ki; “Dünyada söylenecek her söz geleceğe ilişkindir. Yarını olmayan bir kişiye söyleyecek bir sözümün olmadığını anladım ve hücreyi terk ettim.” Arabesk bir parçada “Ne zaman bitecek tanrım bu azap/Yarını olmayan günlere kaldım” sözleriyle umutsuzluk yansıtılır. Bilmecedeki gibi yarına umutla bakmak bizim yaşama güvencemizdir. Yarınlara sahip çıkmak hayata sahip çıkmaktır.

 DİN PARASAL BİR METAYA DÖNÜŞÜRSE…

Sonradan görme zengin bir kadın, babasının ölümünün 40. günü dolayısıyla bir imam tutmuş mevlit okutmuştu. İmam mevlitten sonra Yasin-i Şerif okumuş, akabinde duaya başlamıştı:

-Allahım!

Okumuş olduğumuz Yasin-i Şerifi yüce katında kabul eyle,

O'ndan hasıl olan sevabı iki cihan güneşi olan sevgili peygamberimizin(s.a.v.) ruh-u şeriflerine hediye eyledik yüce katında kabul eyle!

Yaa Rabbi

Bütün peygamberlerin, sahabelerin, evliyaullahın ve şehitlerinde ruhlarına hediye eyledik kabul eyle.

Yaa Erhamerrahimiyn

Ahiret alemine göçmüş bütün müslüman kardeşlerimizin ve yanısıra anne babalarımızın, atalarımızın ve akrabalarımızın ruhlarına hediye eyledik kabul eyle.

Sıra kadının babasının ruhuna gelmişti ki kadın itiraz etti:

-Hoca hoca parasını ben verip dua okutuyorum, Sen bu duadan hasıl olan sevabı babanın malı gibi herkese dağıtıyorsun. O duadan hasıl olan sevabın babama gitmesi için ben sana para verdim.

İmam bakıyor ki nasıl izah etse kadın anlamayacak, bir de ortamın tadı kaçacak, şöyle izah etti:

-Hanım, hanım ortada toplanan ve dağıtılan bir şey mi var sanki. Bu işler sadece sözle değil mi? Madem ben hasıl olan sevabı herkese dağıttığımı söyledim. Sen de “parasıyla satın aldığım duanın sevapları tarafıma aittir. Mülkiyeti bana ait tüm duanın sevaplarını topluyor babama hediye ediyorum dersin olur biter.